Monday 24 March 2014

Edirne Gezisi

24.03.2014

Bizim, doğayı ve yoldan çıkmayı seven arkadaşlardan oluşan bir grubumuz var. Aslında bir dernek; Beykoz Off Road Spor Kulübü Derneği. Bu kulüp 2010 yılında kuruldu ve her yıl 2 tane 10 numara 5 yıldız, off road oyunu düzenledi. Bu oyunlar sayesinde Türkiye’ nin her yerinden can insanlar tanıdık. Ortak hobile böyle güzel insanlar katıyor işte insanların hayatlarına J
Bu etkinlikleri düzenleyen, yani işin mutfağında olan arkadaşlarla uzun zamandır, Edirne ve ciğer lafı edip duruyorduk. En sonunda gözmüzü karartıp gitmeye karar verdik. Fakat “bizim arabalarla o yol bitmez” denince minibüs kiralayalım dedik. O oldu, midibüs, ona da sığmadık, oldu otobüs J Ömer kardeş sağolsun bize bir tane en güzelinden otobüs ayarladı. Fakat kendisi hayırlı bir iş sebebiyle geziye gelemedi J

Öyleydi böyleydi derken, bizim ekip 9 Mart sabahı saat 06:30’ dan sonra Maslak İspark’ ta toplaşmaya başladı. 06:45’ de de ekip tamamlanıp yola koyuldu.



Yol üzerinden geri kalan ekibi de alarak İstanbul’ u ardımızda bıraktık.

















Çoluk çombalak çıktığımız gezi de bebeler de yolculuğumuz şenlendirdi. Fırsat bu fırsat bebeleri sevdik J













Off road aracı sürmekten yorulan Cenk arkadaşımız da bebe araması sürmenin tadına vardı J

Keyifli bir yolculuğun ardından Edirne’ de bizi Murat Timurçin arkadaşımız karşıladı. Minik oğluşu Yalın ve sevgili eşi de bizleri yalnız bırakmadılar. Otobüsümüz, Murat’ ı takip ederek Karaağaç’ taki Lalezar restaurant’ a vardı. Yolda ayakkabıları kemirmeye başlayacaktık ki, zor bela vardık mekana. Yalnız nasıl acıktıysak o yol bitmek bilmedi J


Açlıktan kan sekerimiz düştüğü için hafif asabi vaziyetteydik, üzerine bir de mekanın garsonlarının large tavırları eklenince ekipten bazı arkadaşların şalter attı. Neyse ki kimse kimseyi yemedi J O yüzden bu mekanı gidecek olan arkadaşlara tavsiye etmiyoruz. Mekanın müşterilere karşı tutumunu değiştirmesi lazım.


Kahvaltı ve mekan çalışanları kötü olsa da Meriç Nehri manzarası muhteşemdi J


Kahvaltıdan sonra dışarıda çaylarımızı içip fotoğraf çekildik. Ben hiç bir karede yokum J

10 numara 5 yıldız insanlar J


Sonrasında da yediklerimizi sindirip Meriç Nehrini izlemek için Meriç Köprüsünde minik bir yürüyüş yaptıık. Yalnız hava o kadar soğuktu ki köprünün yarısını yürüyüp geri döndük.

Meriç Köprüsü, Edirne-Karaağaç yolunda, Meriç Nehri'nin üzerinde. 1842'de Abdülmecit zamanında yapımına başlanmış 1847'de bitirilmiş. 263 m. uzunluğunda. 7 m. genişliğinde. 13 ayak üzerinde. 12 sivri kemerli bir taş köprü olup yanlara doğru eğimlidir. Ayaklar arasında ayrıca boşaltma gözleri de bulunmakta. Ortasındaki yazıtlı köşkü mermerden. Daha önce kubbesinde güneş motifi bulunduğu bilinir.


Tekrar otobüse doluşup Karaağaç Tren İstasyonu’ na vardık.

Karaağaç İstasyonu, Edirne'nin Karaağaç kasabasında bulunan ve II. Abdülhamit devrinde yaptırılan istasyon binası. Edirne Tren Garı olarak inşa edilmiş olan bina günümüzde Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi olarak kullanılıyor.

Edirne Tren Garı, İstanbul’daki Sirkeci Garı örnek olarak yapılmış gar binalarından biri. Şark Demiryolları Şirketi adına Mimar Kemalettin Bey tarafından neoklasik üslupta inşa edilmiş. Üç katlı, dikdörtgen planlı ve 80m. uzunluğunda bir yapı. İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan demiryolunun en önemli istasyonlarından birisi imiş.

Bu eski tren bizi direk çocuk moduna soktu J



Ve burada trene ne kadar hasret kaldığımızı farkettik. Resmen istila ettik treni J



Trenin altında girdik üstünden çıktık J Kurcalamadığımız yeri kalmadı J






Bir Titanik değil J (“bir Alex değil” repliğinden aklıma geldi :P)

Bizimkiler gayet mutlu mesut J



Trenin ihtişamı karşısında Lozan Anıtı pek ilgi görmedi tabii J

Bu müze ve anıt, Trakya Üniversitesinin öncülüğü ile Rektörlük Kampüsünün bulunduğu Karaağaç semtinde kurulmuş. Lozan Zaferi ve dünya barışını simgeleyen anıt, yanında "Lozan ve İsmet İnönü' belgelerini sergileyen müze ile birlikte önemli bir ziyaret noktası olmuş ama o soğukta bizden pek ilgi göremedi L



Trende epey vakit geçirdikten sonra çil yavrusu gibi dağılan grubu İzzet ağabey topladı ve donmadan önce otobüse bindik J

Sıra da Sarayiçi var.

Sarayiçi’ ne vardığımızda rüzgar iyice artıp bizi epey üşüttü. Ona rağmen pehlivan heykellerini görmeden geçmedik. 


Hızlı adımlarla yürüyüp eskiden Edirne Sarayı olarak anılan bölgeye geldik. Sol tarafta bulunan Balkan Şehitliğini ziyaret ettik.


1912-1913 Balkan Savaşında kutsal vatan topraklarının savunulması uğruna can veren asker-sivil 300 bini aşkın şehidimizle 1913 yılında Edirne Sarayiçi’nde aç bırakılarak ölüme terk edilen 20 bin şehidimizin yüce anılarını yaşatmak amacıyla yapılmış L


Soğuk sebebiyle hızlıca dolaşıp Adalet Kulesinin oraya geri döndük.


Adalet Kasrı (Kulesi), Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1561 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmış. Zeminle beraber dört katlı olup üst katında mermer fıskiyeli bir havuz bulunuyor. Divan-I i-Hümayun (Bakanlar Kurulu) ve Yargıtay olarak kullanılmaktaymış.

Sarayiçi’ ni de hızlıca gezdikten sonra tekrar otobüsümüze binip Edirne’ nin merkezine vardık. Öncelikle Selimiye Camii’ ni gezdik J



Mimar Sinan‘ın 80 yaşında yarattığı ve “ustalık eserim“ diye nitelediği yapıt olan Selimiye Camii, Osmanlı-Türk mimarlık tarihinin olduğu kadar, dünya mimarlık tarihinin de başyapıtları arasında gösterilme. Edirne'nin ve aynı zamanda Osmanlı Döneminin simgesi olan cami; 1569-1575 yılları arasında II. Selim’in emriyle yaptırılmış. Çok uzaklardan dört minaresi ile göze çarpan yapı, kurulduğu yerin seçimiyle Mimar Sinan’ın aynı zamanda usta bir şehircilik uzmanı olduğunu da gösteriyor. Kesme taştan yapılan cami iç bölümüyle 1620 metrekare, tümüyle ise toplam 2475 metrekarelik bir alanı kaplamakta. Selimiye Camii, yerden yüksekliği 43.28 metre olan 31.30 metre çapındaki kubbesiyle ilgi çekiyor.

Kubbe, 6 metre genişliğindeki kemerlerle birbirine bağlanan 8 büyük payeye oturuyor. Mimar Sinan’ın yarattığı 8 dayanaklı cami planının en başarılı örneği. Caminin 3.80 cm çapında, 70,89 m yüksekliğindeki üçer şerefeli dört zarif minaresi var. Giriş yönündeki her şerefeye ayrı ayrı yollardan, diğer ikisine ise tek yolla çıkılmakta.

Cami, mimari özelliklerinin erişilmezliği yanında taş, mermer, çini, ahşap ve sedef gibi süsleme özellikleriyle de son derece önemli. Mihrap ve mimberi mermer işçiliğinin başyapıtlarından. Ortasındaki 12 mermer sütuna oturan müezzin mahveli, altın varaklı edirnekari kalem işleriyle klasik dönemin en güzel örneklerinden. Yapının çini süslemelerinin, Osmanlı ve dünya sanatında ayrı bir yeri var. 16. yy. çiniciliğinin en güzel örnekleri olan bu çiniler, sıratlı tekniğinde olup İznik’te yapılmış.

Selimiye Camii’nin taş duvarlarla çevrili geniş dış avlusunda, Dar-ül- Sübyan, Dar-ül-Kurra ve Dar-ül-Hadis yapıları bulunmakta. Bu yapılardan Dar-ül-Hadis bölümü Türk-İslam eserleri müzesi olarak kullanılmakta. Dar-ül Kura bölümü ise Vakıf Eserleri müzesi. Cami terasının altında yer alan Arasta çarşısı, III.Murat zamanında Selimiye’ye gelir sağlaması amacıyla yaptırılmış. İlk sırası Mimar Sinan tarafından yapılmış, daha sonra Mimar Davut Ağa tamamlamış.


Bu muhteşem camiyi de gezdikten sonra hemen aşağısında ki Eski Cami’ ye çevirdik rotayı.

Eski Cami (Cami-iAtik – Ulu Cami), Edirne’de Osmanlılardan günümüze ulaşmış en eski anıtsal yapı. 1403'te Emir Süleyman zamanında yapımına başlanmış, Çelebi Sultan Mehmet zamanında 1414'de bitirilmiş. Mimarı Konyalı Hacı Alaeddin, kalfası ise Ömer İbni İbrahim. Çok kubbeli "Ulu camiler' tipine giriyo. Mermer kapısı ve iç kısımdaki dekoratif yazı örnekleri dikkat çekici.











Edirne mimari eserler olarak çok zengin bir şehir. Bizim gezemediğimiz Üç Şerefeli Cami de örnek eserlerden biri. Onu gezemesek de biraz bilgi verelim J

Üç Şerefeli Cami, 1433-1447 yılları arasında. II.Murat'ın yaptırdığı Cami Osmanlı Sanatının erken ve klasik dönem üslubu arasında yar alıyor. Burada ilk kez uygulanan bir planla karşılaşılma. 24 m. çapındaki büyük merkezi kubbe, ikisi paye, dördü duvar paye olmak üzere altı dayanağa oturuyor. Yanında daha küçük ikişer kubbe ile örtülü kare bölümler var. Yapı, bir yenilik olarak enine dikdörtgen bir yapı. Böylece enine gelişen mekana ulaşılmak istenmiş. Bu planı Mimar Sinan İstanbul camilerinde daha gelişmiş biçimiyle uygulamış. Ayrıca, Osmanlı mimarisinde revaklı avlu ilk kez bu camide kullanılmış. Avlunun dört köşesine minareler yerleştirilmiş. Üç Şerefeli Cami, bu özellikleriyle sonraki camilere öncü olan anıtsal bir yapı. Revak kubbelerindeki özgün kalem işleri Osmanlı camilerindeki en eski örneklerden. Camiye adını veren üç şerefeli anıtsal minare, 67,62 m. yüksekliğinde. Her şerefeye ayrı yollardan çıkılıyor. Minare kırmızı taştan zikzaklar ve ak karelerle devinim kazanmış.

Veeee, sıra geldi gezinin amacına J

Buz tutmuş burunlar ve ellerle hızlı hızlı Bizim Ciğer’ e attık kendimizi. Hemen bizim için ayrılmış en üst kata çıktık. Üst kata sığmayınca bir kaç tehlikeli sahış alk kata oturmak zorunda kaldı. Zaten ne olduysa ondan sonra oldu. Ciğerler bir türlü gelmek bilmedi. Meğer bu tehlikeli kişiler alt katta porsiyon porsiyon ciğerleri mideye indiyormuş. Dolayısıyla da yukarıdaki ekip beklemekten zafiyet geçirdi J

Masaya önce acı biber ve yoğurt geldi J



Yoğurt muteşem görünüyordu ve biz hemen girişip 1 dakikada hallettik yoğurdu J Ardında da nefis kelle çorbası geldi J

Bir süre bekledikten sonra beklenen an geldi J


Ciğeri çok seven biri olaraktan tadına mest oldum. Nerede Şstan’ bulda ki ciğer nerede bu. Porsiyonlar fazla bir kere J

Bu arada ciğer severlere de bir mekan önereceğim parantez içinde J Kadıköy’ deki Deniz Yıldızı. Çok güzel yaprak ciğer yapıyorlar. Yanına rakı veya bira da eşlik edebiliyor. Sıkıntı yok J
Karnımızı doyurduktan sonra hepimiz dışarı salındık. Fakat hava o kadar soğuktu ki kimse şehri gezmemiş. Ya da Bedesten’ e ya da pastanelere sığınmış ekip J

Edirne ve Trakya tarafında bol bol badem ağacı var. Biz de bu ağaçların niöetlerinden yararlanmak için Kahkecizade’ ye uğradık tabii J Önce bir kaç çeşidin tadına bakıp gevezelik ettik. Sonra da badem ezmelerimizi alıp sahlep içmeye gittik.

Gezi soğuk sebebiyle tahminimizden bir saat önce bitti ve otobüste toplanıp yola koyulmak için hocamızın da rızasını aldık J


Bazı arkadaşların içinde otobüs kullanma sevdası olduğu için sırayla şöför koltuğu istila da edildi J


Veeeee, hayırlısıyla yola koyulduk.


Benim son derece eğlenip keyif aldığım bir gezi oldu. Dönüşte de hala oldum. O gece minik bir yeğenim oldu.

Murat Timurçin arkadaşıma ve ailesine de çok çok teşekkür ederim :)

İnşallah yine bu güzel insanlarla farklı geziler yapmak kısmet olur J

Tuesday 18 March 2014

Bozcaada

Çok sevdiğim bir arkadaşım Bozcaada’ ya yazlığa gittiğini, müsait olursam beni de misafir etmek istediğini söyledi. İşte o zaman “bu bana verilen ilahi bir mesaj” dedim  Hemencecik daveti kabul ettim. Hatta dedim ki “Cumartesi sabah oradayım” :) Bozcaada çok yakınımzda olmasına rağmen bir türlü fırsat bulup da gidemediğim bir yerdi. Hep bir terslik oldu. Ama bir gün şeytanın bacağını kırmaya karar vermiştim. Şimdi de bir terslik çıkmasın diye de çok hızlı karar verip uygulamaya geçtim. Telefonu kapatıp interneti açtım ve Cuma akşamı için Çanakkale’ ye Pazartesi akşam dönüş için de Geyikli’ ye otobüs bileti aldım.

Ege Denizi’nin kuzeyinde, Çanakkale iline bağlı küçük bir ada, Bozcaada. Türkiye’nin üçüncü büyük adası olarak Çanakkale Boğazı’nın hemen girişinde yer alıyor. Yerleşim, adanın kuzeydoğusunda yer alan ilçe merkezinde toplanmış. Bunun dışında herhangi bir köyü yok. Bozcaada’nın yüzölçümü etrafındaki adacıklarla beraber 37.6 km2, çevresi ise 38 km.

Antik çağda Leukophrys, Yunan Mitolojisinde Tenedos adıyla anılan Bozcaada, stratejik konumundan dolayı çağlar boyunca birçok kez istilaya uğramış ve el değiştirmiş. Adadaki nekrapol sahasında yapılan kazılardan anlaşıldığı üzere adanın tarihi M.Ö. 3000 yıllarına dayanıyor. Adanın bilinen ilk sakinleri Pelasg'lar. Daha sonra sırasıyla Fenikeliler, Atinalılar, Yunanlılar, Persler, Büyük İskender, Bizanslar, Cenevizler, Venedikler ve Osmanlılar adaya hakim olmuş. 

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesinden sonra Bozcaada, Türkler için önem kazanmış ve 1455’te Osmanlı topraklarına katılmış. Bu tarihten itibaren Osmanlılar ve Venedikliler arasında Bozcaada için mücadeleler olmuş ve adanın hakimiyeti zaman zaman Venediklilere geçmiş. 
Osmanlı yönetiminde geçen uzun bir dönemden sonra, Balkan Savaşları sırasında 1912’de Yunanistan tarafından işgal edilen ada, 1923 Lozan Anlaşmasıyla Gökçeada ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlanmış.




Cuma akşamı sırt çantamı da alıp atladım otobüse. Hafta içi nasıl yorulduysam artık, otobüste narkoz yemiş gibi uyumuşum. Gün ağardığında gözlerimi açıp etrafa bakındığımda tanıdık bir mekanda olduğumu farkettim. Biraz daha ayılınca dalış yapmaya gittiğimiz Kömür Limanı’ na yakın geçtiğimizi anladım. Sonra baktım daha yolumuz var, tekrar narkoza girdim  Tekrar uyandığımda otobüste kimse kalmamıştı  Şöför beni görüp de, “burası son durak, hanımefendi” deyince Çanakkale’ ye vardığımızı anladım. Kendime gelmeye çalışarak indim otobüsten. Baktım saat 7’ ye geliyor. Kahvaltı için mekan bakınırken sahilde güzel bir kafe buldum. Hemen oturdum ve kahvaltı söyledim. Kahvaltı hazırlanırken de gidip Bozcaada deniz otobüsü için bilet aldım. 


Bir saat içinde güzel bir kahvaltı edip deniz otobüsüne bindim. Yaklaşık 1 saatlik yolculuktan sonra Bozcaada’ ya vardım. İskeleye varınca da arkadaşımı arayıp evin tarifini aldım. Tarif şöyle “saat kulesini bul, yanından yürü, bayır yukarı yolun bitiminde karşına çıkan ev”. Şöyle bir bakınınca saat kulesini hemen gördüm 


Bozcaada’ lılar sanırım bu saat sayesinde çok dakik 

Saat kulesi, Rum Mahallesinde bulunuyor. İbadete açık durumda bulunan Rum Ortodoks cemaatine ait tarihi Kimisis Teodoku Kilisesi'nin yıkılan dört katlı çan kulesi, 2005 yılında yeniden yapılmış. 1869 yılında yaptırılan ve hala ibadete açık tek kilise olarak günümüze kadar ayakta kalmayı başaran Kimisis Teodoku Rum Ortodoks Kilisesinin avlusuna 1895 yılında inşa edilen dört katlı çan kulesi, zaman ve hava koşullarına direnemediği için kulenin iki katı yıkılmış. Kalan iki kat ise 1980'den sonra tehlikeli olmaması için metal kafes içine alınmış. Uzun süre bu şekilde kalan tarihi Çan kulesi 2005 tarihinde restore edilmiş. Kulenin en üst katındaki dört cephesine de saat takılarak kule aydınlatılmış ve böylece Bozcaada’daki tarihi Kimisis Teodoku Kilisesi yeniden çan kulesine kavuşmuş.

Ben de sahilden, Çan Kulesini kerteriz alarak evi bulmak için rampa yukarı yürümeye başladım. Sokaklar çok dar ama çok güzel. Sanki Yunan adalarında dolaşıyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Rampa yukarı yürürken burnuma mis gibi simit kokusu geldi. Hemen kokuyu takibe koyuldum ve burnum beni Çiçek fırınına götürdü J Bir de baktım ki fırın kapısında sıra var. Ama fırın, fırın değil, resmen pastane. Sonradan öğrendim ki Bozcaada’ nın meşhur pastanesiymiş burası. Şöyle bir göz gezdirip, simit ve poğaça aldım. Bozcaada’ da naylon poşet kullanımı yasak olduğu için elimdeki kese kağıdı paketiyle tekrar yola koyuldum. Rampa bitip de merdivanler başlayınca arkadaşım kapıda karşıladı beni 


Birbirimiz görmekten son derece menun bir şekilde kucaklaşıp, öpüştük. Sonra da kahvelerimizi hazırlayıp Bozcaada’ ya doğru keyif kahvesi içtik. Evlerinin manzarası muhteşem. Önünde hiç ev olmadığı için direk denizi görüyorsunuz.

Kahvelerden sonra mayolarımızı giyip denize doğru yola çıktık. Plaja gitmektense adanın kuzeydoğusunda, kaleye yakın olan iskeleyi seçtik. Tüm gün iskeleden atlayıp Bozcaada’ nın serin sularında yüzüp güneşlendik. Bozcaada’ da su gerçekten çok soğuk J ama kale manzaralı yerde de yüzmek pek keyifli oldu 



Akşam üzeri olunca topladık havlularımızı, Bozcaada’ nın şirin sokaklarında geçerek eve doğru yola koyulduk.




Buradaki evlerin hepsi ayrı bir güzel. Bencerelerde ki süslemeler. Balkon ve bahçelerde ki çiçekler. Herkes evini özene bezene süslemiş. Hele bazı balkonlar var ki, zannedersiniz fidanlık.



Eve gidip duşumuzu aldıktan sonra başladık akşam yemeği hazırlığına. Öğrendim ki o akşam komşu hanımlar gelecek ve hepbirlikte yemek yiyeceğiz. Biz masayı hazırlamaya başlarken misafir hanımlar da gelmeye başladı.


Herkes gelirken bir şeyler getirmiş, çiğ köfte, mermicek köftesi, şakşuka vs. Başımızda da bir büyük. O akşam geç saatlere kadar sohbet ettik. Bu hanımlar yaz için Bozcaada’ ya geliyorlar, hepsinin evi var. Hatta kimisinin bağ evi var. Üzüm yetiştirip şarap da yapıyorlar. Hanımların hepsi çok candan, çok hoş sohbet. İnanılmaz güzel vakit geçirdim. Gecenin asıl bombası da klarnet ve kanunla yapılan müzik oldu. Arkadaşımın 2 tane aslan gibi oğulları var. Biz dışarda sohbet ederken onlar da içerde sıkılmış olacak ki, müzik yapmaya başladılar. Biri klarnet çaldı biri kanun, üzerine de bir sürü şarkı söylediler. Çok da iyi beceriyorlar müzik işini  Hepimiz için sürpriz olan müzik gecemizi çok neşelendirdi. Çok huzurlu ve mutlu uyudum o gece.

Ertesi gün kahvaltımızı meşhur Çiçek pastanesinde yapmaya karar verdik. Sabahın serinliğinde limana inip güzel bir masaya oturduk.



Kahve içmeden ayılamayan ben, önce nefis bir sakızlı Türk kahvesi içtim. Tadı damağımda kaldı desem yeridir. Sonra da taze domates, salatalık, beyaz peynir, zeytin vs ile donatıldı masamız. Ege gerçekten bambaşka bir coğrafya. Sebzeleri bile ayrı bir lezzetli. Bir de adaya has domates reçeli var. Benim reçelle pek aram yoktur ama yine de tadına bakmadan edemedim. Son derece güzelmiş meğer  Bir de adada yetişen limon kekiği var. Onu da söğüş domateslerin üzerine serpmişler ve bir de zeytinyağı gezdirmişler, offff var ya, nefis olmuş.

Muhteşem kahvaltıyı bitirdikten sonra minibüs duraklarına yürüyüp, oradan Ayazma manastırına gitmek üzere yola çıktık. Kısa bir yolculuktan sonra Ayazma Manastırı’ na vardık. Minibüsten inip önce bir ağacın altına attık kendimizi, serinlemek için.


Yunanca "hagiasme" kelimesinden gelen Ayazma, kutsal su anlamına geliyor. Türkiye’nin birçok bölgesinde doğal su kaynaklarının olduğu yerlere bu isim veriliyor. Bozcaada’nın ayazması adanın güney kısmında yer alıyor. Burada çift oluklu tarihi bir çeşme, 8 yaşlı çınar ağacı, küçük bir manastır ve 2 tane tek katlı yapı var. 

Ayazma’daki Rum Ortodoks cemaatine ait manastır, Rum azize Aya Paraskevi adına yapılmış ve onun adını taşıyor. 1734 yılında Manolaki Manolidis tarafından yapılan manastır, sadece özel günlerde ibadete açılıyor.

Ayazma’nın büyülü ortamı düğün gibi özel kutlamaların da yapıldığı yer olarak tercih ediliyor. Bir restoran sahibinin işletmesinde olan bahçesinde, sadece özel günlerde masalar kurulup yemek servisi veriliyor.

26 Temmuz’da kutlanan, Rumların Aya Paraskevi günü, manastırın ibadete açıldığı günlerden biri. Ayazma’da toplanıp eğlenilen bu gün Ayazma Panayırı olarak adlandırılıyor.

Manastırın alt kısmında bir dilek mağarası bulunuyor. Ziyaretçiler burada mum yakıp adak adıyorlar, taştan ve çalı çırpıdan dileklerini sembolize edecek şekiller yapıyorlar. Mağaranın içindeki üst üste dizilmiş taşlar, hayallerdeki ev ve arabaları anlatıyor aslında.

Bu arada manastır deyince aklınıza din görevlilerinin inzivaya çekilerek yaşadığı büyük yapılar gelmesin. Rumlar yerleşim yerlerinin uzağında kurdukları ufak kiliselere manastır diyorlar. Söylendiğine göre Bozcaada’da zamanında 36 manastır varmış. Günümüzde bunlardan sadece 2 tanesi ayakta, diğerleri yıkık durumda.

Dinlendikten sonra ben kilisenin etrafında keşfe çıktım. İçini görmeyi çok istedim ama kapısı kilitliydi. Ben de etrafını gezerken yan camlardan birinin açık olduğunu farkettim. Kafayı sokup bakınırken 4 kişi daha geldi. Onlarla konuşup içeriye girmeye karar verdik. Tek başıma cesaret edemedim çünkü çünkü zemin derindeydi. İçeriye atlamak sorun değil ama yukarı tırmanmak zor olacaktı. Ama kalabalık olunca sorun olmaz Sonra sırayla hepimiz camdan içeriye zıpladık. Kilisenin içi oldukça küçük ve boş. İçeride sadece bir sunak var. Onun dışında bomboş. Ama birileri orada bir şeyler bulmayı umuyordu sanırım çünkü yerdeki karoları kırıp manastırın zeminin kazmışlar. O güzelim seramikleri kırmışlar. Büyük ihtimalle camı kıran da bu seramikleri kıran kişilerdi  Yanlız kilise artık bakımsızlıktan yıkılmak üzere. Tüm duvarlar dışarıya doğru meyillenmiş. Dokunsanız yıkılacak gibi. Çok yazık.

Manastırı gezdikten sonra biraz da yürüyüş olsun diye Ayazma plajına kadar yürüdük. O kadar yoldan sonra da direk denize attık kendimizi.

Ayazma Plajı harika bir yer. İnce beyaz kum, pırıl pırıl ve berrak deniz suyu, minik çakıl taşları vs. hatta ben işenmeyip bir sürü deniz taşı topladım Tüm gün orada yüzdükten sonra tekrar adanın merkezine geri döndük. O akşam da eve gitmeyip dışarda yemeğe karar verdik.







Bozcaada Liman civarında bir sürü kafe ve restaurant var. Hepsi de cicili bicili. İnsan bakmaya doyamıyor. Sanat galerisi gibi hepsi.

Ada merkezi, nostaljik sokakları ile şirin bir balıkçı kasabası havasında. Çook eski zamanlarda kasabanın ortasından geçen bir dere, Rum ve Türk Mahallesi diye ikiye ayırırmış adayı. Artık böyle bir ayırım yok ama mimari yapılarından dolayı hangi mahallede olduğunuzu anlayabiliyorsunuz.

Rum Mahallesi bakımlı evleri ve sokakları ile oldukça güzel ve daha dikkat çekici. Eski Rum evlerinin bir kısmı yazlık ev, bir kısmı da pansiyon ve otel olarak kullanılıyor. O yüzden kalacak yer bulmak çok sorun olmuyor.

Türk Mahallesi ise kıvrımlı sokakları ve ahşap evleri ile belli ediyor kendini. Burada daha az turistik mekan bulunuyor. Son yıllarda yeni açılan pansiyon ve otellerin sayısında artış var. Fakat buradaki restaurantlar çok güzel değil ve pahalı. Bu kısımda daha çok eğlence mekanları var, bar ve kulüpler gibi. 

Mekanları kısaca turladıktan sonra arkadaşımın bildiği bir yere oturup yemek yedik ve sohbet ettik.

Sonrasında da alış verişimizi yapıp eve çıktık. Biz denizdeyken arkadaşımın süt aldığı hanım 5 litre keçi sütü bırakmış eve. Bunun bir kısmıyla yoğurt mayaladı arkadaşım. Diğer kısmıyla da muhallebi pişirdi. O bu işlerle uğraşırken ben de kahve yapma işiyle uğraşıyordum. Arkadaşın önerisi sütlü nescafe idi ama ben keçi sütünün kokusunu çok ağır bulduğum için hayır demiştim  Tabii ısrarına dayanamayıp onu dinledim. Süt kaynadıktan sonra koca bir fincan nescafe yaptım. Sonuç inanılmaz tatmin ediciydi. Şok oldum. Yıllar önce İsviçre’ de bunun kadar lezzetli bir kahve içmiştim. Onun sırrı da içindeki kremaydı. Artık hafızamda yer eden kahveler arasında bu da var 

Kahvelerimizi içip muhallebiyi dolaba koyduk. Duşumuzu alıp cicilerimizi giydik sonra da kalenin civarına gezmeye çıktık.

Feribotla adaya yaklaşırken ilk dikkatinizi çekecek şey adanın heybetli kalesi. Bozcaada Kalesi’nin ihtişamı adanın zengin geçmişini yansıtıyor adeta.

Boğazın hemen çıkışında olması ve anakaraya yakınlığı sebebiyle yüzyıllar boyunca istilaya açık bir yer olmuş ada. Üzerinde yaşayan medeniyetler ancak bu denli büyük bir kaleyle güvende hissetmişler kendilerini. 

Türkiye’nin en iyi korunmuş kalelerinden biri olan Bozcaada Kalesi’nin ilk olarak ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı bilinmiyor. Fenikeliler, Cenevizler ve Venedikliler tarafından kullanılan kale, bugünkü görünümünü Fatih Sultan Mehmet döneminde var olan kalıntılar üzerine tekrar inşa edilmesiyle almış(1455). Venedik- Osmanlı arasında süren mücadeleler sırasında uğradığı tahribatlar sonrası, Köprülü Mehmed Paşa döneminde büyük bir onarımdan geçmiş (1657). 2. Mahmut zamanında ise neredeyse yeniden inşa edilerek bugüne kadar bu görünümü korunmuş(1815).

Adanın kuzeydoğu ucuna, kayalıklar üzerine inşa edilmiş kalenin etrafı zamanında suyla dolu olan bir hendekle çevrili. Bir zamanlar asmalı bir kapıyla girilirken şimdi sabit bir köprü üzerinden giriliyor kaleye. Yine bir zamanlar içerisinde Türk ahalinin yaşadığı iki caminin olduğu kale içi, şimdi neredeyse bomboş. Sadece festival zamanlarında verilen konserlerle hareketleniyor. İç kale bölümünde ada etrafından çıkarılan amforaların sergilendiği bir oda bulunuyor. Ayrıca kalenin bahçesinde adadan çıkarılan çok sayıda eski mezar taşı ve tarihi eser sergileniyor.


Kale civarında bir sürü yer var, hediyelik eşya satan. Hepsi de çok cicili bicili. Arkadaşım takı tasarım kursuna gitmişti. Burada ki boncukçulardan da ona boncuk ve taş aldık. Tabii ben de bileklik ve kolye aldım. Epeyce dolandıktan sonra sıra geldi şarap işine  sonra yine kale civarında denize sıfır bir bara oturup, şarap söyledik. Bir sürü şarap denememize rağmen çok beğendiğim şarap çıkmadı. Orta karardı hepsi. Şarap konusunda hayal kırıklığına uğradım. Gecenin ilerleyen saatlerinde ve serinlikte evin yolunu tuttuk.

Benim bünye sabahın köründe uyanmaya alışık olduğu için yine sabahın köründe hortladım. Alkol aldığım gecenin sabahında daha da erken uyanıyorum  Sanırım enerjisi uyandırıyor beni. Hemen üzerimi değiştirip usul usul çıktım evden. Önce Çiçek pastanesine uğrayıp, kahve ve kahvaltı ettim. Sonra da fotoğraf çekmek için Bozcaada sokaklarını arşınlamaya başladım.



Liman civarında dolanırken, meşhur Bozcaada kargalarıyla da denk gelmek nasip oldu 


Bozcada’nın kargaları şehirde gördüklerimizden epey farklı bir cins. Kargalar içinde en küçük ve en tiz sesli olan, beyaz gözleri ve gri ensesi ile dikkat çeken bir cins bu. Ada halkı bu zeki hayvanlarla içli dışlı yaşıyor. Sanırım Corvus da bu kargalardan esinlenmiş olacak ki karga manasına gelen Corvus ismini seçmiş.

Adanın daracıklarını sokaklarını gezip fotoğraf çekmeye, kaldırımlarda oturup insanların konuşmalarını dinlemeye koyuldum. Sokak aralarında pansiyon işleten hanımların muhabbetleri son derece eğlenceliydi. Pansiyonerlerinden bahsedip dedikodu yapıyorlardı. Bu eğlenceli muhabbetleri dinledikten sonra kalkıp eve doğru yola koyuldum. O sırada arka mahallede bir dilek ağacı dikkatimi çekti.






Hikayesi nedir bilmiyorum, öğrenme şansım da olmadı ama çok dikkatimi çekti. Gidip etrafına bakındım belki birileri çıkar da hikayesini anlatır diye ama olmadı 

Eve vardığımda ev halkı uyanıp kahvaltısını etmişti. Sonra hazırlanıp tekrar denize gitmeye karar verdik. Bu sefer rota Akvaryum koyu.

Akvaryum koyuna arakadaşımın oğlu bizi araba ile bıraktı. Burası gerçekten akvaryum gibi  Denizde bir sürü börtü böcek var. Tam benlik. Suda bir sürü yengeç, karides ve bilimum böcekler bulup kurcaladım. 


Akşamı da orada ettikten sonra karnımızı doyurmak için adanın en güzel pizzacısına gittik  Tayyare Pizza. En güzel dedim çünkü hem mekan hem de pizzalar mükemmel. Mekanın tasarımı çok şık. Sahibi de uçak kullanan ve uçakları seven biri sanıyorum. Mekanın koltukları uçak kolduğu şeklinde. Bazı dolaplar troley şeklinde. Kısacası kendinizi uçak mobilyalarının içinde buluyorsunuz.


Konsept de THY’ ye benziyor. Peçeteler, THY sunumundaki gibi ahşap mandallarla tutturulmuş. Son derece minik ayrıntılarla çok keyifli bir mekan yapmışlar. Pizzalar da en az mekan kadar güzel. Hele de pizzanın üzerine nefis zeytinyağı gezdirdiniz mi muhteşem oluyor. Pizzayı sevmeyen biri olaraktan kocaman bir pizza yedim 

Yemeği de yedikten sonra gün batımını izlemek için Polente Feneri’ ne gittik. Burada bir sürü rüzgar gülü var.

Son derece büyüleyici günbatımını izleyebiliyorsunuz adanın batı ucunda. Önünüzde uçsuz bucaksız Ege Denizi, yanınızda ihtişamlı duruşlarıyla rüzgar gülleri ve terkedilmiş bir deniz feneri. Burnunuzda yabani kekik kokuları ve yüzünüzü okşayan vazgeçilmez ada rüzgarı…

Güneşin batmasıyla ayrı bir güzelliğe bürünüyor burun. Etrafta herhangi bir yerleşimin dolayısıyla yapay ışığın olmaması, yıldızları çok net seçebileceğiniz karanlık bir ortam sağlıyor. Gökyüzünde belki de daha önce görmediğiniz kadar çok yıldız, dev kanatlarıyla ama neredeyse fısıltıyla dönen rüzgar gülleri ve sadece deniz fenerinin yanıp sönen ışığı ortamın büyüsünü arttırıyor.

2000 yılında elektrik üretimine başlayan türbinler Türkiye’nin 3. Rüzgar enerji santralini oluşturuyor. Ada tüketiminin 30 kat fazlası enerji üretiliyor burada. 30.000 kişiye yetecek elektrik deniz altından anakaraya gönderiliyor. Aynı enerjiyi üretecek bir kömür santraline göre türbin başına 82.000 ağaca eşdeğer oksijen tasarrufu sağlanıyor. Yani 17 türbin 1.400.000 ağaçlık bir ormanı kurtarmış oluyor. Türbinlerin sadece bir tanesi adanın enerji ihtiyacını karşılamaya yetiyor. Çok süper değil mi 

Ama beni asıl büyüleyen rüzgar gülleri değil de Polente Feneriydi. Fenerler beni büyüleyen devasa yapıtlar hatta takıntım diyebilirim. Polente Fenerini görmek için can atıyordum. Ama 1861 yılında yapılan bu tarihi fenere giriş yasak. O yüzden hevesim kursağımda kaldı 


Rüzgar güllerinin olduğu yerde limon kekiği de yetişiyor. Çiçek pastanesinde tattığım bu nefis baharatı orada dalından toplama şansım da oldu. Hava kararmadan önce bissürü limon kekiği topladım.

Güneşi rüzgar gülleri eşliğinde batırdıktan sonra eve döndük.

Önceki gün yaptığımız muhallebi dolapta unutulmuş ağlıyordu  Hemen dışarı çıkarıp tabaklara koydum. Ama tadı o kadar yoğundu ki, yemesi zor olacaktı. Benim de aklıma reçel geldi. Dolapta Bozcaada siyah üzüm reçeli vardı. Bu üzümler Bozcaada’ da yetişiyor, kuş üzümü gibi, minick. Hemencecik bir çorba kaşığı reçeli muhallebinin üzerine koydum, sonuç mükemmel  O akşam tüm muhallebiyi hallettik 

Ertesi gün İstanbul’ a dönüş zamanı. Yine huzurlu ve mutlu bir şekilde mışıl mışıl uyudum.

Sabah yine erken uyanıp alış veriş listem için sahile indim. Nefis limon kekiğinden ve pek beğenmediğim şaraplardan aldım  Beğenmedim ama almaktan da vazgeçmedim. Fakat oraya özgü şarap olmasına dikkat ettim. Sonra tekrar sokak aralarında dolanarak eve çıktım. Hep birlikte Bozcaada’ ya karşı kahvaltı ettik. Sonra tekrar deniz sefası. Bu sefer yine kale yakınında ki iskeleyi seçtik. Tüm gün buyunca Ege’ nin pırıl pırıl sularında yüzdük. Sonra da İstanbul’ a dönüş yolculuğu için eve döndük. Çantamı toplayıp hep birlikte sahile indik. Sahildeki bir restaurant’ a oturup adanın son rakı balık keyfini yaptık sonra da ben tek başıma feribota bindim  Yanlız feribota binerken panik oldum çünkü bilet alacak yer yoktu. Sadece adaya gelirken bilet alıyorsunuz. Adada bilet satılmıyormuş meğer. Biletler çift yönlüymüş. Ama ben Çanakkale’ den gelip Geyikli’ ye döndüğüm için hafif gerildim. Neyse ki bilet soran olmadı. Feribottan indikten sonra bir çay bahçesine oturup otobüsün gelmesini bekledim. Karanlığı yararak gelen otobüse binip sabah İstanbul’ a uyandım. İlk defa bir gezinin dönüşünde mutsuz oldum